Önceki blog yazısını okuyanların birazcık düşünmelerine sebep olabildim diye umuyorum. Ancak bu konuyu kendi kafamda eşeledikçe, aşamadığım bir duvarla karşılaştığımı farkettim. Bu yazıda biraz bundan bahsetmeye çalışacağım.
140journos’u uzun süredir takip ediyorum. Gerçekten güzel işler çıkarıyorlar. Son paylaşımlardan birisi özgürlük kavramıyla ilgiliydi, tavsiye ederim.
Konuşulan insanların çekinceleri, dünya görüşleri, bir saniye bile düşünmeden zulalarından çıkarıverdikleri bahaneleri, mimikleri, bir cümleyi söylemeden önce es verip kameraya bakmaları, şikayet ederken “yanlış anlamayın ama"cılıkları vs. gerçekten birbirinden güzel ve doğal. Türkiye’deki insanların içerisinde yaşadığı tiyatro sahnesinin, toplu görülen hayallerin ve bunların kısıtladığı “kendim olabilme” çelişkisinin bariz bir örneği olmuş video.
Bu arada bunun bir hükümet eleştirisi, ne bileyim muhalefet kafasıyla yazılmış bir yazı vb. olduğunu düşünmeyin. O kısımları uzun süre önce aştığım ve yapılabilecek bir şey kalmadığı için, daha doğrusu umudumu kaybettiğim için doğduğum toprakları terkettim zaten. Neden umudumu kaybettiğimle ilgili detaylıca bir yazı da yazabilirim ilerde, yeterince sabırlı hissedersem kendimi.
İster özgürlük olsun, ister gelecek nesil olsun, herhangi bir sebeple kalıp mücadele eden insanlara da saygım sonsuz. Yine de “anlıyorum” desem yalan olur, ya kör bir inanç söz konusu ya da aklım yetmediği için ben bir şeyleri gözden kaçırıyorum. Bu konuyla ilgili kafa yorma seanslarım, gözlemlerim, eksenimdeki ufak tartışmalar halen devam ediyor.
Ayrıca burada bahsettiğim, düşünce yapıları itibarıyla, devletin “muhalif” olarak makul gördüğü kişiler değil. Bu kişileri (misal CHP gibi ortayol sağcısı partilerin seçmenleri), zaten “zamanını bekleyen hükümet sevdalısı” olarak nitelendirdiğim için çok da üzerinde duramıyorum malesef. Bahsettiğim kişiler, gerçekten de bu saçmalıktan bıkmış olan insanlar. Mevcut durumun absürtlüğünün farkında olan (ve muhtemelen üzerine kafa yormaktan kaçınmaya çalışan) insanlar.
Şu anda içerisinde bulundukları durum, Žižek’in Stalinizm anlatımında tasvir ettiği gibi, ben özgürümcülük oynamaktan başka bir şey değil. Ancak 2018’de imkanı olmasına rağmen bu tiyatronun içerisinde kalan veya kalmak isteyen insanların, bu durumu kendi kafalarının içerisinde nasıl rasyonalize ettiklerini de deliler gibi merak ediyorum doğrusu. Sanırım sorunun cevabı ideoloji dediğimiz şeyin gerçekten ne olduğu ve insanları nasıl etkilediği üzerine biraz daha kafa yormayı gerektiriyor.
Maddi rahatlık, güvenlik, adalet, cinsellik, eğlence, kaliteli eğitim, sağlık hizmeti… Sonuçta her insanın ve toplumun kaçınılmaz olarak yığınla istekleri var ve bu istekler eninde sonunda özgürlük kavramına rafine oluyor. Bir düşünün, farklı bir konuya bağlayabiliyorsanız lütfen haber verin. Ancak mevcut ortamda bu şekilde yaşamaya ısrar eden bu bahsettiğim insanların içerisindeki o bitmek tükenmek bilmeyen, bulsak da sınırsız enerji kaynağı olarak insanlığı kurtarsak dediğim, umudun kaynağını gerçekten merak ediyorum.
Bu insanlardan bazıları 2000’lerde (daha cücükken) bloglarını okuduğum, ister teknik ister ideoloji anlamında olsun gözümü açan insanlar. Sosyal medya mecralarında denk geldiğim kadarıyla gayet törpülenmiş durumdalar. Ya “makul muhalif” olmaktan gurur duyar hale gelmişler ya da etliye sütlüye karışmadan -bir şekilde- mutluluğu bulmuşlar. Bu gerçekten ya devletin ilmek ilmek ördüğü yüce ideoloji’nin büyük bir başarısı, ya da benim bilmediğim bir şeyler var akıllarında.
Neyse, bu kadar abstract bir yazı planlamamıştım, o yüzden kısa keseyim. Ancak aklımdakileri biraz da olsa anlatabildim diye umuyorum. Muhabiriniz Gürkan (tabii ki sizi kıskanan) Almanya’dan bildirdi. Söz yeniden stüdyoda…